Nobel Ödüllü İtalyan Yazar Luigi Pirandello (1867 - 1936) |
Çok küçük yaşlardan itibaren, okul öncesinde kitap okumaya başlamış bir kitapsever olarak, Pirandello edebiyatından hikayelerin Türkçeye kazandırılmamış olması nedeniyle, Türk edebiyatseverlerin bu eserlerden mahrum kalmaması, edebiyat adına kazanım olacağı nedeniyle Türkiyeli kitap çevirmenlerine, ilgili yazarın hikayelerini de Türkçeye çevirerek (ya gönüllü yada profesyonel olarak) edebiyata hizmet etmelerini önermekteyim.
Nobel ödüllü yazarların Türkçeye kazandırılmamış söz konusu hikayelerinden bazılarını, her ne kadar mesleğimle bir bağlantısı bulunmasa da, edebiyatseverlerin bu eserleri okuyarak, bilinç dünyalarını genişletmeleri amacıyla Türkçeye Azericeden gönüllü olarak çevirerek bu blog'da, ilgili sayfada yayınlayacağım. Söz konusu eserler tarafımdan Türkçeye tamamen edebiyata hizmet etmek amacıyla, gönüllü surette kazandırılmış olup, çeviriden kaynaklanan tüm fikri hakları tarafıma aittir, fikri haklar yasası çerçevesinde koruma altındadır, hiç bir şekilde kopyalanamaz, alıntılanamaz, link verilse dahi, çeviri metni kısmen/tamamen başka bir mecrada yayınlanamaz. İlgili eserleri okumaları için blog'a link vererek, yönlendirme yapabilirsiniz.
http://www.turseng.com/2013/06/luigi-pirandello-ses-hikayesi-ilk-kez.html - hikayenin devamı bu linkte okunabilir. henüz tamamlanmadı, 2 sayfa daha mevcut çevirisini yapacağım.***
Markiza Borgi, ölümünden bir kaç gün önce, her şeyden çok, vicdanı rahat etsin diye, tahminen bir yıl önce kör olan oğlu Silvio'yu doktor Junio Falchi'ye de göstermek istedi. İtalya ve yurt dışından en ünlü göz hekimleri Silvio'yu muayene etmiş, hepsi de onun iyileşmesi mümkün olmayan glokom hastalığına yakalandığını söylemişlerdi.
Doktor Junio Falchi yakın bir zamanda sınavı kazanarak göz kliniğinin müdürü olarak atanmıştı. Ancak her zaman yorgun, dikkati dağınık biri olarak göründüğü için mi, yoksa tuhaf görünümünden, zamanından önce açılmış olan kocaman kafasını arkaya atarak yavaşça, el kolunu oynata oynata yürüdüğünden dolayı mı bilinmez ama, kimsenin ne saygısını, ne de sevgisini kazanmıştı. Kendisi bunu anlıyor, ama hiç rahatsız olmuyordu. Doktor öğrencilerine ve hastalarına onları yorup bıktıran, zor ve bezdirici sorular yöneltip duruyordu.
Markiza Borgi'nin daveti üzerine evi ziyaret eden doktor, annenin diğer doktorların görüşleri ve tedavi yöntemleri hakkındaki sohbetini hemen hemen hiç dinlemeden, dikkatlice çocuğun gözlerine baktı. Bu glokom muydu? Hayır, hayır, o, bu gözlerde söz konusu hastalığın temel belirtilerini görmedi. Herşeyden önce, bunun katarakt denilen hastalığın çok nadir ve ilginç bir çeşidi olduğu kanısına vardı. Ama, markiza Borgi'de en ufak bir ümit bile uyandırmamak adına fikrini açıkça söylemek istemedi. Doktor bu ilginç durumun kendisinde uyandırdığı büyük merakı saklayarak, hastayı bir kaç ay sonra tekrar muayene edeceğini söyleyerek gitti.
Doktor gerçekten de geldi. Ancak markiza Borgi'nin Prati di Kastello'daki yeni yapılı, her daim boş olan sokakta bulunan villasının açık kapısında büyük bir izdiham fark etti: markiza Borgi gece aniden vefat etmişti.
Şimdi o ne yapacaktı? Geri mi dönseydi acaba? Falchi, eğer geçen sefer gencin hastalığının glokom olduğuna inanmadığını söyleseydi, belki de bu zavallı anne çocuğunu iyileşemez bir kör olarak bırakıp gitmez, dünyadan ümitsiz bir durumda göçüp gitmezdi diye düşündü. Öyleyse, madem ki, kendisi anneyi teskin edemedi, en azından bu ümitle hiç olmazsa onun oğlunu, yeni, beklenmeyen bir derde düşmüş bulunan genci avutmak için çabalayamaz mıydı?
Doktor villaya girdi. Burada devam eden kargaşa içinde bir hayli bekledikten sonra, siyah elbise giymiş, çok ciddi, hatta sert görünümlü sarışın bir kız kendisi tanıttı. Bu, merhum markizanın yakın yardımcılarından birisiydi. Doktor Falchi gelme sebebini açıkladı, yoksa bu ziyaret anlamsız görünürdü. Bu sırada kız inanmadığını belli eden yapay bir merakla sordu:
- Gençler de katarakta yakalanır mı?
Fachi doğrudan onun gözlerinin içine baktı, sonra alaylı bir tebessümle, sanki dudakları ile değil de, bakışları ile söylercesine:
- Neden olmasın sinyorina? Ruhen her zaman, eğer seviyorlarsa. Maalesef, aynı zamanda fiziksel açıdan da.
Sinyorina iyice sertleşti, sohbeti keserek, markiz böyle ağır bir durumdayken onunla konuşmanın mümkün olmadığını, ama biraz sakinleştikten sonra kendisine bu ziyaretten bahsedeceğini ve hiç kuşku yok ki, markizin onu tekrar çağıracağını belirtti.
Üç ay da geçti. Doktor Junio Falchi çağrılmadı.
***
Tabi ki, doktorun ilk ziyareti merhum markizada olumsuz intibalar uyandırmıştı. Genç markizin yardımcısı ve gözetmeni olan sinyorina Lidia Venturi bunu iyi biliyordu. Ancak gereğinden fazla ikrah hissi uyandıran bu doktordan nefret ettiği için, Falchi'nin ta en baştan markizaya oğlunu iyileştirebileceğine dair ümit verseydi, markizanın onun hakkında kötü düşüncede olmayacağını dikkate almamıştı.
Kendisi ise doktorun ikinci ziyaretini, markizanın öldüğü gün gelerek hastalığa dair düşüncesini bildirme amacını, şanssız ve mutsuz bir insana umut vermek istemesini dolandırıcılıktan daha beter olarak kabul ediyordu. Ayrıca, genç markiz görüldüğü üzere, kendi mutsuz kaderine razı gelmişti. Annesinin ani ölümünden sonra o, kendi körlüğünün karanlığı dışında, iç bir karanlık da hissetti, bu koyu karanlık karşısında ise herkes kördür. Gören insanlar en azından çevrelerine göz atarak dikkatlerini bu iç karanlıktan çekebilirler, ama o yapamaz. Çünkü, o hayatta kör olduğu gibi, ölümde de kördü. Annesi şu anda onu soğuk karanlık içinde korkunç bir boşlukta tek başına bırakarak sessizce yok olmuştu.
Aniden o, zarf, titrek ışığa benzer, son derece tatlı bir ses duydu (bu sesi tanımıyordu). Genç markiz korkunç boşlukta dolaşan varlığı ile bu sese sarıldı.
Sinyorina Lidia onun için sesten başka bir şey değildi, ama son aylarda markizaya herkesten daha yakın olmuştu. Markiza da oğluna Lidia hakkında (Silvio bunu iyi hatırlıyordu) söz ederken, hayırsever, düşünceli, kültürlü ve eğitimli olduğundan söz eder, güzel tavırlı biri olduğunu belirtirdi. Şimdi Lidia ona yardım ederken, onunla ilgilenirken Lidia'yı aynen annesinin bahsettiği şekilde tasavvur ediyordu.
Lidia ilk günden markizanın annelere özgü bir bencillikle, kendi mutsuz oğluna teselli olsun diye onu işe aldığından şüphelenmişti. Lidia çok kırılsa da, gururlu davranmaya karar vermişti. Ama markiz annesinin ölümünden sonra, göz yaşları içinde onun elinden tutarak, güzel, solgun bir yüzle: "beni bırakma, bırakma" diye yalvardığında, Lidia onun zarafeti ve zavallılığı karşısında mağlup olarak tereddüt etmeden yaşamını ona adamaya karar verdi.
Günler geçti, markiz körlere özgü cesaretsiz, ancak inatçı ve sıkıcı bir ilgiyle Lidia'yı bıktırmaya başladı. Markiz onu kendi karanlığından "görmeğe", onun sesini kalbinde bir suret gibi canlandırmaya çalışıyordu.
İlk başlarda boş ve anlamsız sorular yöneltiyordu. Lidia okurken ve konuşurken onu nasıl hayal ettiğini söylüyordu:
- Sarışınsın, değil mi?
- Evet.
Sarışındı, ancak sert ve seyrek saçları teninin koyu rengiyle ilginç bir uyumsuzluk oluşturuyordu. Bunu ona nasıl söylesin? Bir de ne gerek vardı?
- Gözlerin de mavi, doğru mu?
- Evet.
Mavi, ancak koyu ve kederliydi, hem de çukurlaşmıştı. Bunu ona nasıl söylesin? Bir de ne gerek vardı?
O, güzel değildi, ancak vücudu güzeldi. Elleri ve sesi ise gerçekten güzeldi. Özellikle, uyumsuz görüntüsüne, mağrur ve kederli yüzünce yakışmayan sesi çok ahenkli, tatlıydı.
Lidia, markizin kendisini, sihirli sesine aşık olduğu için, inatçı sorularına aldığı cesaretsiz yanıtlara göre hayal ettiğini anlıyordu.
Tabi ki, doktorun ilk ziyareti merhum markizada olumsuz intibalar uyandırmıştı. Genç markizin yardımcısı ve gözetmeni olan sinyorina Lidia Venturi bunu iyi biliyordu. Ancak gereğinden fazla ikrah hissi uyandıran bu doktordan nefret ettiği için, Falchi'nin ta en baştan markizaya oğlunu iyileştirebileceğine dair ümit verseydi, markizanın onun hakkında kötü düşüncede olmayacağını dikkate almamıştı.
Kendisi ise doktorun ikinci ziyaretini, markizanın öldüğü gün gelerek hastalığa dair düşüncesini bildirme amacını, şanssız ve mutsuz bir insana umut vermek istemesini dolandırıcılıktan daha beter olarak kabul ediyordu. Ayrıca, genç markiz görüldüğü üzere, kendi mutsuz kaderine razı gelmişti. Annesinin ani ölümünden sonra o, kendi körlüğünün karanlığı dışında, iç bir karanlık da hissetti, bu koyu karanlık karşısında ise herkes kördür. Gören insanlar en azından çevrelerine göz atarak dikkatlerini bu iç karanlıktan çekebilirler, ama o yapamaz. Çünkü, o hayatta kör olduğu gibi, ölümde de kördü. Annesi şu anda onu soğuk karanlık içinde korkunç bir boşlukta tek başına bırakarak sessizce yok olmuştu.
Aniden o, zarf, titrek ışığa benzer, son derece tatlı bir ses duydu (bu sesi tanımıyordu). Genç markiz korkunç boşlukta dolaşan varlığı ile bu sese sarıldı.
Sinyorina Lidia onun için sesten başka bir şey değildi, ama son aylarda markizaya herkesten daha yakın olmuştu. Markiza da oğluna Lidia hakkında (Silvio bunu iyi hatırlıyordu) söz ederken, hayırsever, düşünceli, kültürlü ve eğitimli olduğundan söz eder, güzel tavırlı biri olduğunu belirtirdi. Şimdi Lidia ona yardım ederken, onunla ilgilenirken Lidia'yı aynen annesinin bahsettiği şekilde tasavvur ediyordu.
Lidia ilk günden markizanın annelere özgü bir bencillikle, kendi mutsuz oğluna teselli olsun diye onu işe aldığından şüphelenmişti. Lidia çok kırılsa da, gururlu davranmaya karar vermişti. Ama markiz annesinin ölümünden sonra, göz yaşları içinde onun elinden tutarak, güzel, solgun bir yüzle: "beni bırakma, bırakma" diye yalvardığında, Lidia onun zarafeti ve zavallılığı karşısında mağlup olarak tereddüt etmeden yaşamını ona adamaya karar verdi.
Günler geçti, markiz körlere özgü cesaretsiz, ancak inatçı ve sıkıcı bir ilgiyle Lidia'yı bıktırmaya başladı. Markiz onu kendi karanlığından "görmeğe", onun sesini kalbinde bir suret gibi canlandırmaya çalışıyordu.
İlk başlarda boş ve anlamsız sorular yöneltiyordu. Lidia okurken ve konuşurken onu nasıl hayal ettiğini söylüyordu:
- Sarışınsın, değil mi?
- Evet.
Sarışındı, ancak sert ve seyrek saçları teninin koyu rengiyle ilginç bir uyumsuzluk oluşturuyordu. Bunu ona nasıl söylesin? Bir de ne gerek vardı?
- Gözlerin de mavi, doğru mu?
- Evet.
Mavi, ancak koyu ve kederliydi, hem de çukurlaşmıştı. Bunu ona nasıl söylesin? Bir de ne gerek vardı?
O, güzel değildi, ancak vücudu güzeldi. Elleri ve sesi ise gerçekten güzeldi. Özellikle, uyumsuz görüntüsüne, mağrur ve kederli yüzünce yakışmayan sesi çok ahenkli, tatlıydı.
Lidia, markizin kendisini, sihirli sesine aşık olduğu için, inatçı sorularına aldığı cesaretsiz yanıtlara göre hayal ettiğini anlıyordu.
devam edecek...
iş, sosyal sorumluluk, sosyal/özel hayat yoğunluğu içinde zaman buldukça hikayenin devamını çevirerek ekleyeceğim. bu yeni ve farklı çeviri hobime daha sık zaman ayırmaya çalışacağım. bu hikayeyi tamamen çevirip bitirdikten sonra diğer nobel ödüllü yazarların türkçeye çevrilmemiş bulunan ve tarafımdan sevilen bir kaç eserini de çevirerek blog'da yayınlayacağım inşallah.
earthlings'e ait tüm eserler ve çeviri metinleri fikri haklar yasası çerçevesinde koruma altında olup, söz konusu kanun hükümlerine ve işbu uyarıya rağmen hukuka aykırı olarak bu ve diğer tüm eserlerinin kopyalanması, alıntılanması, başka bir mecrada yayınlanması halinde fikri hak ihlali nedeniyle hukuki yola başvurulacağını ve fikri hak ihlali gerçekleştirerek intihal yapan şahıslara hukuki çerçevede, yasalar gereği yaptırım uygulatılacağını önemine binaen bir kez daha belirtirim.
işbu uyarı earthlings'in hem ekşisözlük, hem de bu blog'da yayınladığı tüm eserleri için (yazı/görsel) geçerlidir.
işbu uyarı earthlings'in hem ekşisözlük, hem de bu blog'da yayınladığı tüm eserleri için (yazı/görsel) geçerlidir.