21 Haziran 2012 Perşembe

TAVŞAN - 6.


ayşe arman hakkındaki tüm olumsuz düşüncelerimin değişmesine sebep olan kurtararak sahiplendiği can.
tavşan hımm adlı bu can hakkındaki yazıyı buraya alıntılayarak daha fazla insana ulaşmasını ve tavşanların ne kadar kıymetli hayvanlar olduğunu göstermesine yardımcı olmasını hedeflemekteyim.
alıntıdır
"hımmmmmmmm
ben bir şey yapmadım.
gerçekten.
kader ağlarını ördü.
hem zaten ben uzun bacaklı adama değil, uzun kulaklı tavşana bakıyordum.
ama o, bir yerlerden çıktı geldi.
baştan anlatıyorum, olay şöyle gelişti:
yine parkın etrafında koşuyorum-yürüyorum-koşuyorum, birinci tur bitti, tam o sırada çok acayip bir şey oldu. orada duran bir arabanın altında beyaz bir şey gördüm. kedi zannettim. benim öyle bir sürü yaralı kedi bulmuşluğum var. takılır yani gözüm. ama yok bu kedi değil, başka bir şey.
aaaaaa bir tavşan! burada ne arıyor? hiçbir fikrim yok. ama dünyanın en uzun kulaklı tavşanı, arabanın sağ ön tekerleğinin yanında duruyor. işin fenası, yanından da vızır vızır arabalar geçiyor. yoldan karşıya geçmeye filan kalkışsa mutlaka biri ona çarpar. ona acilen yardım etmek gerekiyor. ama ürkütmeden, korkutmadan...

* * *

diye düşünürken...
eğilmiş arabanın altına "pşşşşş, pşşşşş küçük tavşan gelsene" filan yaparken...
"bitti mi? daha birinci turdaydınız" dedi bir ses.
kafamı kaldırdım baktım.
aman allah’ım.
o.
lacivert şortlu adam.
ne yalan söyleyeyim heyecanlandım.
kalbim neredeyse ağzımdan çıkacaktı.
sadece "tavşan" diyebildim.
"efendim?" dedi.
arabanın altını gösterdim. eğildi. "şeyhlerden birinin sarayı var yakında" dedi, "bahçesinde de bir sürü hayvan... oradan kaçmış olabilir. ya da biri aldı, bakamadı, park diye buraya getirdi bıraktı!"
tespit mantıklı geldi. "evet olabilir" dedim, içimden de ekledim: "ama bu tespitin bize bir faydası yok! sorunu çözmüyor güzelim. nereden geldiyse geldi, onu ezilmeyeceği bir yere götürmek gerekiyor!"
"ikinci turu koşmayacak mısınız bugün?" dedi.
deli mi ne?
ortada bir tavşan sorunsalı var, adamın söylediğine bak.
"onu bırakıp gidemem ki!" dedim.
"iyi ama ne yapacaksınız?"
"onu kurtaracağım."
"anladım, hayvanları çok seviyorsunuz" dedi.
bakar mısınız muhabbettin saçmalığına!
"evet seviyorum ama mesele o değil" dedim, "ben koşmaya devam edeyim, sonra bu arabanın sahibi gelsin, arabasını alıp gitsin, bu zavallı da nereye gizleneceğini bilemesin, sonra bir arabanın altında ezilsin mi?"
"ama bu sizin sorumluluğunuz değil ki" dedi.
o anda bitti zaten benim için lacivert şortlu adam.
bununla kahve-mahve de içilmez.
belli ki başkalarını düşünmeyen bencil domuzun teki.
"evet" dedim hemen üslubum ciddileşti, "siz devam edin koşmanıza, ben bir yol bulup onu kurtaracağım."
"yok, beni yanlış anladın!" dedi -eğer ingilizce’de siz-sen ayrımı olsaydı, sizi temin ederim o anda sen’e geçti, gerçekten samimiydi- "madem bu kadar çok istiyorsun onu yakalamana yardım edeyim!"
biraz yumuşadım "tamam o zaman" dedim ve kafamdaki planı anlattım:
"ben şimdi arabamdan bir havlu getireceğim. çok dikkatli olmamız gerekiyor. onun yola doğru gitmesine engel olacağız, üzerine havlu atacağız ve onu yakalayacağız."
"tamamdır" dedi.

* * *

ondan sonraki 20 dakika boyunca, lacivert şortlu adamla birlikte tavşanı yakalamaya çalıştık. dünyanın en zor işiymiş.
bir oraya, bir buraya zıplıyor.
biz de peşinden koşturuyoruz.
yola gidecek, ezilecek diye de aklım çıkıyor.
sonra... sonra... sonra...
lacivert şortlu adam bir şekilde yakaladı onu.
nasıl minnettarım...
"teşekkür ederim, teşekkür ederim" deyip duruyorum.
"hadi parkın içinde bir ağaç altına bırakalım" dedi.
"olur mu öyle şey?" dedim, "benim arabaya koyacağız..."
"ne yapacaksın ki bu tavşanı?" dedi.
bu erkekler neden böyle?!
ne demek ne yapacağım? önce veterinerine götüreceğim, bir rahatsızlığı, hastalığı var mı öğreneceğim, varsa iyileştireceğim, sonra ona bir aile bulacağım, mutlaka bu tavşanı isteyecek birileri çıkar...
bunları düşündüğümü anlamak bu kadar zor mu?
o ise önce "senin sorumluluğun değil, koşmana devam et, bırak kalsın arabanın altında" diyor, sonra ayıp olmasın diye ya da beni etkilemek için yakalamama yardım ediyor ama önerdiği formül şu: "hadi, ağacın altına koyalım!"
iş bitsin, hayat devam etsin!
"park güvenli değil ki, ona bir yuva bulmam gerekiyor."
"sen bilirsin" dedi, benim arabaya yürüdük, tavşanı arka koltuğa koyduk, klimayı da açtım ki hayvan biraz serinlesin, kendine gelsin.
"adın ne?" dedi.
"ayşe" dedim.
"türktünüz değil mi?"
"evet... senin ki?"
"kawa."
aklımdan, "bu nasıl bir isim?" diye geçirdim. kızılderili midir nedir?
"ilginç bir isim, nerelisin?"
"kuzey iraklıyım" dedi, "ben kürdüm."
"aa öyle mi?" dedim.
tuhaf bir sessizlik oldu, ayakta durmuş birbirimize bakıyoruz.
ben normalde insanlara bir sürü soru sorarım, yapmadım, muhabbetin uzamasına izin vermedim, sevgilimin hoşuna gitmeyeceğini düşündüm belki de, belki de değil öyle, o bana ikide bir lacivert şortlu bir kızdan söz etse, ne lan bu derim sonunda, sadece "teşekkür ederim" dedim.
"ne için?" dedi.
"yardımların için!"
"dikkat et, arabana kaka yapmasın" dedi.
erkeklerin kafası gerçekten başka türlü çalışıyor.
gülümsedim, "umurumda bile değil, yapsın, temizlerim" dedim.
"görüşürüz" dedi.
gülümsemeye devam ettim ama "zannetmiyorum" dedim.
arabama bindim, gittim.

* * *

budur.
hikayenin devamını merak ediyorsanız, artık dünya şekeri bir tavşanımız var.
o gün parktan sonra, yolda gördüğüm ilk hayvan kliniğine girdim, karşıma, kedim oğluş hastayken onu iyileştirmeye çalışmış irlandalı veteriner çıktı, o zaman başka bir klinikte çalışıyordu, oradan ayrılıp buraya gelmiş.
bunu bir işaret olarak kabul ettim.
tavşanı muayene etti, "sağlığı yerinde" dedi, bir iki gün antibiyotik vermemi istedi, gösterdi nasıl vereceğimi, sonra kuru mama verdi, bir de tavşanlarla ilgili bir kitapçık.
alya’nın bahçedeki oyun evini, alya’nın da izniyle hımmm’ın evi haline getirdik.
bu arada bir adı var artık, alya koydu: hımmm.
ama necla onu basri diye çağırıyor, daha çok yakışıyormuş.
basri hmmm, artık bizim aileden biri.
ben zannettim ki, onu oyun evinin içinde tutabilirim.
alakası yok, ertesi sabah baktım kendine tünel kazmış, oyun evinden kaçmış.
şimdi ya bahçede takılıyor, çimleri yoluyor, begonvillerin altında uyuyor, ya da bizim evin içine giriyor, canı ne istiyorsa onu yapıyor anlayacağınız, bu satırları yazarken mesela kulaklarını dikmiş bana bakıyor..."
alıntıdır.
ayşe arman'ın hürriyet gazetesindeki yazılarından alıntılanmıştır.